Kamu Diplomasisi Uygulama ve Araştırma Merkezi

Türkiye-Abd İlişkilerinde Asimetrik İttifaktan Karşılıklılığa

14/11/2018 15:16:24 - 14/11/2018 15:16:24 - 30777 Okunma

Türkiye-ABD İlişkilerinde Asimetrik İttifaktan Karşılıklılığa

Doç. Dr. Muharrem EKŞİ

 

 

1947 yılında Truman Doktrini’yle başlayan ve 1952 yılında NATO üyeliği ile kurumsallaşan Türk-Amerikan ilişkilerinin genel niteliği, çoğunlukla ABD lehine işleyen tek taraflı asimetrik ittifak olmasıydı. Bunun da ötesinde Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye, ABD’nin çıkarlarını kendi dış politikasıyla özdeşleştirdiği müddetçe onun stratejik ortağı olmayı sürdürmüştü. Aslında ABD’nin politikalarında Türkiye’nin stratejik eksen ülke özelliği, onu stratejik ortak yapmaktaydı. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin ABD’nin politikalarında rol alması, ittifak ilişkilerinin niteliğini belirliyordu. Türkiye’deki dış politika karar vericileri, 1960-70’li yıllar hariç olmak üzere, genel olarak 2000’lere kadar ABD’siz dış politika belirleme özerkliğine kavuşamamışlardı. 1990’larda ise iki ülkenin Balkanlardan Ortadoğu ve Kafkasya-Orta Asya’ya kadar çıkarların örtüşmesi nedeniyle asimetrik ittifak ilişkileri çoğunlukla sorunsuz devam etmeyi sürdürdü. 2000’lerin başında yine çıkarların örtüşmesi üzerinden iki ülke arasındaki stratejik müttefiklik ilişkileri her zamanki gibi arada krizler ortaya çıksa da genel olarak Suriye Krizi’ne kadar devam etmeyi başarmıştı.

Ancak Suriye Krizi’nde ABD’nin Türkiye’nin yıllardır mücadele ettiği PKK’nın organik uzantısı olan PYD/YPG’yi taktiksel düzeyde de olsa yerel müttefik olarak seçip onu ağır silahlarla donatması, iki ülke arasında derin stratejik kopuşayol açmaya başlamıştı. İki ülke arasında PYD/YPG üzerinden başlayan çıkar çatışmasına özellikle ikili ilişkilerde kırılma noktası olarak 15 Temmuz darbe kalkışmasında Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) liderinin ABD’de himaye edilmesinin eklenmesi, müttefiklik ilişkilerinin Türk karar alıcılar tarafından sorgulanmasına yol açmıştı. Bu bağlamda Türk-Amerikan ilişkileri, 1964 Johnson Mektubu ve 1970’li yıllardaki ambargolar sürecinden bile çok daha fazla güven bunalımına sürüklendi. Bununla birlikte hiçbir zaman Türk-Amerikan ilişkilerinin kopma noktasına gelmediğinin hatta ilişkilerin bir süreklilik öğesi olarak zaman zaman kriz ve sorunlar çıksa da ittifak bağlantısının devam ettiğini vurgulamak gerekir.

Suriye Krizi örneğinde olduğu gibi PYD üzerinden çıkar çatışması yaşayan Türkiye ile ABD, Esad ve Rusya-İran’ın etkinliğini artırmasına karşılık ortak paydada buluşma ve pazarlık etme kabiliyetini her zaman gösterebilmişlerdir. Bununla birlikte Suriye politikasında PYD üzerinden çıkar çatışmasının yaşanması, FETÖ olayı, Reza Zarrab ve Halk Bankası davaları, Brunson olayı, döviz kuru ve yaptırımlar üzerinden baskı kurulması, aslında iki ülke ilişkilerindeki sorun ve krizleri oluşturmaktaydı. İlişkilerdeki asıl sorun bunun çok ötesinde yapısal bir problematik barındırıyordu.

“İlişkilerdeki yapısal sorun, ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki gibi tek taraflı asimetrik müttefiklik ilişkilerini sürdürmek isterken Türkiye’nin artık bu ittifakın kendi çıkarlarını da korumasını istemesinden kaynaklanıyordu. Başka bir ifadeyle Türkiye, ABD’nin artık kendisini eşit aktör statüsünde kabul etmesini bekliyor ve ittifakın artık tek taraflı değil, mütekabiliyet (karşılıklılık) çerçevesinde yeniden yapılandırılmasını istiyor. İşte Türk-Amerikan ilişkilerindeki esas yapısal sorun, üst-ast ilişkisinden eşit aktör statüsüne geçilememesi ve tek taraflı işleyen asimetrik ittifak ilişkisidir.”

ABD ise Türkiye ile ilişkilerinde Soğuk Savaş dönemindeki tek taraflı ve kendisine tabi müttefiklik ilişkisinin devam etmesini istiyordu. Nitekim Washington’da Mayıs 2017 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump’ın daha ilk yüz yüze görüşmesinde Trump, Soğuk Savaş dönemindeki ilişkilere duyduğu özlemini dile getirmişti. ABD, Türkiye’nin eşit aktör statüsünü kabul etmediği gibi artık ilişkileri stratejik ortaklık olarak da tanımlamaktan kaçınmaya başladı. Dahası ABD, S-400, F-35, Reza Zarrab ve Halk Bankası davaları, Brunson olayı, döviz kuru ve yaptırımlar üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye’ye baskı uygulayarak dize getirme politikasını uyguladı. Ancak Türkiye’nin bir yandan ABD’nin baskılarına karşı direnebilmesi, öte yandan Suriye Krizi’nde manevra alanını genişletebilmesi, ABD’nin Türkiye politikasını gözden geçirmesinde etkili oldu, denilebilir. Özellikle de Türkiye’nin Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarını başarılı biçimde yürüterek etkinlik alanını genişletmesi, ABD’nin beklemediği bir durumdu. Ardından Türkiye’nin Münbiç’e yönelik zorlayıcı diplomasi yoluyla ABD’ye geri adım attırabilmesi, Türkiye’nin ABD’nin etkinlik alanını daraltıcı hamleler yapabileceğini gösterdi. Bunun da ötesinde NATO müttefiki Türkiye’nin Ocak 2017 tarihinde Astana sürecine katılıp Rusya ve İran ile Astana ekseni oluşturmaları, Rusya’nın Suriye denkleminde inisiyatifi ele geçirmesine yol açmıştı. Özellikle de Trump yönetiminin Aralık 2017 tarihinde yayımladığı ‘Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde Çin, Rusya ve İran tehdit kategorisinde değerlendirilirken NATO müttefiki Türkiye’nin Rusya ve İran ile eksen oluşturması, ABD karar alıcılarında “Türkiye’nin Rusya’ya kaptırılması” tartışmalarına yol açmıştı.

Buna rağmen Başkan Trump’ın Mayıs 2017 tarihinde Ortadoğu turu sonucunda Suudi Arabistan liderliğinde küçük ve askeri bakımdan zayıf Körfez Ülkeleri’yle İran’a karşı Sünni blok politikası oluşturması, Ortadoğu politikasında ABD’nin Türkiye yerine Suudi Arabistan’la ortak hareket edeceği bir politikaya yöneldiğini ortaya koymuştu. Zira benzer durum Suriye politikasında ABD’nin NATO müttefiki Türkiye yerine PYD’yle hareket etmesinde de görülmüştü. Bunun anlamı artık ABD’nin Ortadoğu politikasında Türkiye’ye ihtiyaç duymadığını ya da Türkiye’siz politika yürütmek istediği görüntüsüne yol açtı. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump yönetiminin çıkarlarıyla Türk dış politikasını özdeşleştirmediği için ABD, Türkiye dışında yeni denklem kurmak zorunda kalmıştı. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan beklenen şekilde ABD’ye biat etmiyor, kendi gündemini uygulamaya çalışıyor. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan, krizlere rağmen pragmatik dış politika anlayışı çerçevesinde istikrarlı biçimde Trump yönetimiyle ilişkileri geliştirme iradesini muhafaza etmektedir. Nitekim Türkiye, Suriye politikasında Rusya ile Astana ekseni çerçevesinde birlikte hareket ederken eş zamanlı olarak ABD ile de bütün çıkar çatışmalarına rağmen Münbiç’te olduğu gibi pazarlık sürecini devam ettirerek birlikte hareket etme kabiliyetini gösterebilmektedir. Bu anlamda Türkiye, Suriye politikasında çok boyutlu dış politika izleyerek Suriye denkleminde manevra alanı kazanabilmek için ABD’ye karşı Rusya ile işbirliği yapabilirken aynı zamanda Rusya ve İran’a karşı da diplomatik kıvraklıkla ABD’yi denge unsuru olarak kullanabilmektedir.

İşte Türkiye’nin bir yandan ABD’nin baskılarına direnebilmesi öte yandan başta Suriye olmak üzere Ortadoğu politikasında manevra alanlarını genişletmesi, ABD’nin Türkiye’nin stratejik kabiliyetlerinin tekrar farkına varmasında etkili olduğu söylenebilir. Özellikle de ABD’nin Suudi Arabistan liderliğinde kurduğu Sünni blok temelli Ortadoğu politikasının beklenen başarıyı gösterememesi, Trump yönetiminin Türkiye’ye yönelmesine sebep olmaktadır. Her ne kadar ABD’nin kurduğu Sünni blok politikasının beklenen başarıyı gösteremediğini söylemek için erken olsa da Suudi Arabistan’ın özellikle askeri güç bakımından İran’ın etkinlik alanını daraltamadığı çok net biçimde görülmüştür. Bu durum Trump yönetimini, Nixon Doktrini’ndeki ikiz sütun (twin pillar) stratejisini bu sefer Türkiye ile Suudi Arabistan üzerinden gerçekleştirmeye itmektedir. Bu bağlamda ABD’nin genelde Ortadoğu politikasında özelde İran’ı jeopolitik geri çekilme ve baskılama politikasında Türkiye’yi Suudi Arabistan’la ortak zeminde buluşturmaya yöneleceği söylenebilir.

Zira Suudi Arabistan, her ne kadar denese de finans gücünü İran’ı zayıflatacak ölçüde askeri güce dönüştüremedi. Nitekim Suudi Arabistan, Yemen’de İran ile girdiği vekâlet savaşında kısmi başarı elde etse de Yemen’den ülkesine füzelerin atılmasını engelleyemediği gibi Suriye, Irak ve Lübnan’da İran’ın etkisini kıramadı. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika girişiminde “ılımlı İslam rolü” ile model olmada ve Ortadoğu siyasetinin dönüştürülmesinde de bekleneni veremedi. Bu çerçevede Suudi Arabistan, ülkesinde sosyal düzeyde çeşitli reformlar yapsa da ekonomi-enerji sektöründe beklenen dönüşümü yapamadı. Bunun üstüne bir de Cemal Kaşıkçı olayı üzerinden başta Ortadoğu olmak üzere uluslararası toplum nezdinde de büyük prestij kaybına uğraması, ABD’nin Ortadoğu politikasında Türkiye’ye ihtiyacını artıran bir faktör olmuştur.

“Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem Brunson hem de Kaşıkçı olayını ABD ile yeni ilişki biçimi geliştirmek üzere ustalıkla kullanması, Türkiye’nin pazarlık gücünü artırmasını sağlamıştır. Bu bağlamda Türkiye, bu kozlar üzerinden ABD ile yeni pazarlık sürecine girmektedir. Aynı zamanda ABD de hem Suudi Arabistan’ın yetersiz kalması hem de İran’a karşı Türkiye’yi yanına çekme ya da en azından Katar Krizi’nde olduğu gibi politikalarında ‘oyun bozucu’ olarak ortaya çıkmasını engellemek üzere bu yeni pazarlık sürecini kabul etmiş gözükmektedir. Zira ABD’nin PKK terör örgütü liderlerinin başına ödül koyması, Trump yönetiminin Türkiye ile politikalarını örtüştürme yönünde bir manevra olarak değerlendirilebilir.”

Bundan sonraki süreçte Türkiye ile ABD’nin Ortadoğu politikasında yeni işbirliği politikası geliştirebilmelerinin, Fırat’ın doğusunda Münbiç benzeri ortak devriye yönteminin uygulamaya geçirilmesi ve PYD’nin silahlandırılmasının durdurulmasıyla mümkün olacağı iddia edilebilir. Bu bağlamda ABD’nin de Türkiye ile işbirliği yapmak için PYD üzerinden pazarlık sürecine hazır olduğu öngörülmektedir. ABD’nin Türkiye ile pazarlık sürecine yönelmesinde bir yandan Türkiye’nin 28 Ekim 2018 tarihinde Fırat’ın doğusundaki PYD mevzilerine top atışı gerçekleştirmek suretiyle kararlı bir duruş sergilemesi, öte yandan ABD’nin Ortadoğu politikasında Türkiye’ye olan ihtiyacının artmasının etkili olduğu söylenebilir. Çünkü ABD, 5 Kasım 2018 tarihinde yürürlüğe koyduğu tarihin en ağır yaptırımlarıyla Ortadoğu politikasının odağını “İran’ın etkinliğini kırmak” şeklinde belirlemişken bunu sadece Suudi Arabistan ile yapamayacağının farkına vararak politika değişikliğine gitmiş ve bu kapsamda Türkiye’yi de yanına çekmeye yönelmiştir.

Dolayısıyla ABD’nin Ortadoğu politikasında Rusya’nın etkinliğine karşı, İran’ı zayıflatma ve izole etmek için yeterli başarıyı gösteremeyen Suudi Arabistan’ın yanında Türkiye ile işbirliğine ihtiyaç duymaya başladığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte ABD’nin İran’ın etkinliğinin kırılması noktasında Türkiye ile işbirliğinin askeri güç alanında değil, 1990’lı yıllarda Irak’a yönelik çifte çevreleme politikasında olduğu gibi diplomatik düzeyde düşünülebileceği söylenebilir. Zaten ABD ile Türkiye’nin işbirliği politikalarını geliştirmesi, en azından İran’a karşı uygulanan yaptırımlara karşı Türkiye’nin tekrar oyun bozucu rol oynamasının önüne geçilmesini sağlayacaktır. Bu da tek başına bile İran’a karşı uygulanan baskıyı artıracağı gibi aynı zamanda etkinliğinin de kırılmasını sağlayacaktır.

Son tahlilde Türkiye, Ortadoğu politikasında ve ABD karşısında hareket alanını genişlettikçe, bir yandan özerk dış politika uygulama imkânı bulmakta, öte yandan ittifak ilişkilerindeki tek taraflılığı aşarak müttefikliği karşılıklılığa dönüştürme yolunda önemli mesafeler kaydetmeyi başarmaktadır.

https://ankasam.org/turkiye-abd-iliskilerinde-asimetrik-ittifaktan-karsilikliliga/

.

Facebook Twitter Google Plus
Telefon Tablet Bilgisayar Bu website tüm cihazlarla uyumludur.