2002 yılında seçimleri kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarıyla Türk dış politikası, önce danışman daha sonra ise Dışişleri Bakanı ve Başbakan olan Ahmet Davutoğlu ile radikal bir dönüşüme uğramıştı. Geleneksel Türk dış politikasının Ortadoğu’ya müdahil olmama ve mevcut statüye razı olma anlayışının Davutoğlu ile terk edilmesinin ötesinde Türkiye, uluslararası güç dengesi sisteminde bölgesel güç ve küresel aktör olarak yeni statü talebinde bulunan ve Ortadoğu’nun sorunlarına yoğun biçimde angaje olmaya dayanan proaktif bir dış politika stratejisi benimsemişti. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında belirttiği gibi Türkiye, yakın kıta havzalarında ve Osmanlı tarihsel derinliğinde potansiyel bir bölgesel güç ve küresel aktör olarak bölgesel ve küresel gelişmelerde aktif diplomasi izleyen “merkez ülke” olma arayışına girmişti. Bu çerçevede Türkiye, 2010 yılının sonlarında başlayan Arap Baharı sürecine kadar Latin Amerika’dan Afrika ve Ortadoğu’ya, Avrupa’dan Balkanlara ve hatta Çin’e uzanan küresel coğrafyada daha önce Türk dış politikası geleneğinde benzeri görülmemiş proaktif bir diplomasi izlemişti.
Davutoğlu ve eserine dayanan bu yeni dış politika anlayışı, gerçekten Türk dış politikasına büyük bir dinamizm getirmiş ve bunun sonucunda hakikaten Türkiye’nin küresel düzeyde nüfuzunu artırdığı ve dünyanın ilgisine mazhar olduğu bir dönem yaşanmıştı. Bunun yanında Davutoğlu döneminde Türk dış politikası bir yandan geniş kulvarlı dış politika söylemi çerçevesinde çok boyutlu hale gelirken öte yandan yumuşak güç ve kamu diplomasisi çerçevesinde çeşitlendirilmiştir. Türk dış politikasına Yunus Emre Enstitüsü, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları ve Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü gibi yeni kurumlar eklenirken Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ve Kızılay gibi eski kurumlar da etkin bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Böylece Türkiye, yumuşak güç diplomasisi, kamu diplomasisi, kültürel diplomasi, insani diplomasi, diaspora diplomasisi ve dış yardım diplomasisi gibi çok boyutlu çeşitlendirilmiş bir dış politika stratejisi izlemiştir.
Ancak Arap Baharı’nın 2011 yılının Mart ayında Suriye’ye sıçramasıyla Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası uzun bir süre komşu ülkeye hapsolmak zorunda kalmıştır. Oysa Arap Baharı’nın başlangıcında Türkiye, süreci yönetme ve model olma fırsatının geldiğini öngörmüştü. Fakat Türkiye’nin yumuşak gücü başta olmak üzere araç ve imkanları, Arap Baharı’nı yönetmenin çok daha ötesindeydi. Özellikle de Suriye’deki iç savaşın Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit etme noktasına gelmesiyle birlikte Ankara, 2002 yılından itibaren büyük bir başarıyla sürdürdüğü yumuşak güç stratejisini terk edip sert güç stratejisine geçiş yapmak zorunda kalmıştı.
Bundan sonraki süreçte Türkiye, Suriye’de Devlet’ül Irak ve’ş Şam (DEAŞ) ve Partiya Karkerên Kurdistanê’nin (Kürdistan İşçi Partisi/PKK) Suriye uzantısı Partiya Yekîtiya Demokrat (Demokratik Birlik Partisi/PYD)/Yekineyen Parastina Gel (Halkçı Koruma Birlikleri/YPG) tehditlerinin ortaya çıkması nedeniyle beka mücadelesi yürütmeye başlamıştır. Bunun da ötesinde daha önce Ortadoğu’da Bush döneminde stratejik ortaklık ve Obama yönetiminin ilk döneminde model ortaklık çerçevesinde müttefik olarak hareket eden Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) çıkarları, Suriye politikasında PYD nedeniyle ayrışmaya başlamıştır. Hatta bu ayrışmaya Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) de eklenmesiyle birlikte Türkiye ile ABD arasında müttefiklik ilişkilerinin sorgulandığı derin bir stratejik kopuş yaşanmaya başlamıştır.
Kısacası bu durumun sonucunda Suriye politikasında ABD ile çıkarların çatışması, Türkiye’yi Rusya ile işbirliğine götürmüştür. Özellikle Ankara’nın Ocak 2017 tarihinde Astana Süreci’ne katılmasıyla Astana ekseni (Türkiye-Rusya-İran ekseni) ve bir nevi defacto ittifak oluşmuştur. ABD’nin Çin, Rusya ve İran ile bölgesel ve küresel düzeyde jeostratejik mücadeleye giriştiği bir süreçte, Soğuk Savaş döneminin sadık müttefiki Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması, Washington’da “Ankara kaybediliyor mu?” yönünde tartışmalara yol açmıştır. Aslında bu duruma ABD’nin Türkiye’nin terör örgütü dediği PYD ile Suriye’de müttefik gibi ortak hareket etmesi yol açmıştı. Buna karşı Türkiye, ABD’nin çıkarlarıyla çatışmak pahasına kendi çıkarlarını korumak üzere Suriye politikasında askeri angajman stratejisine yönelerek Ağustos 2016 tarihinde Fırat Kalkanı ve Ocak 2018 tarihinde Zeytin Dalı Harekatlarını yürüterek sahadaki varlığını tüm aktörlere ispatlayabilmiştir.
Ankara’nın Suriye politikası kapsamında hem başarılı askeri operasyonlar gerçekleştirmesi hem de Rusya ile yakınlaşması üzerine ABD, Türkiye ile uzlaşı arayışına girmiş ve bunun sonucunda bugün gelinen noktada Menbiç uzlaşısı ortaya çıkmıştır. Bu anlamda Türkiye’nin Menbiç’e yönelik zorlayıcı diplomasisi başarıya ulaşmıştır. Diğer taraftan ABD, hem eski müttefikiyle ayrışmanın derinleşmesinin önüne geçmek hem de artık kendi çıkarlarına zarar veren noktaya ulaşan Rusya ile yakınlaşmasını durdurmak üzere Menbiç’te Türkiye ile uzlaşmaya karar vermiştir.
İşte Türk dış politikası ve ABD ile ilişkilerin bu sürecinde Türkiye’nin seçim sonrası dış politikası kapsamında yumuşak denge stratejisine geçeceği öngörülmektedir. Yeni dönemin dış politika mimarının ise İslam ve Batı ilişkileri alanında eserleri bulunan şu anki Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın olacağı söylenebilir. Dış politikanın muhtemel yeni patronu İbrahim Kalın ile birlikte öncelikle Davutoğlu döneminin fütuhat ve hamasi söylem, popülist ve saldırgan retoriğinin terk edilip daha uzlaşmacı ve daha diplomatik-ince bir dil kullanımına özen gösterilen bir sürece geçileceği söylenebilir. Böylece uluslararası alanda Türkiye imajı ve algısının olumlu yönde değiştirilmesi hedeflenmiş olacaktır.
Tabi bu hususlara ek olarak Olağanüstü Hal’in (OHAL) kaldırılmasının da Türkiye’nin imajına ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerine olumlu yönde katkı sağlayacağı belirtilebilir. Ayrıca OHAL’in kaldırılmasıyla birlikte ve İslam-Batı ilişkileri alanında çalışan İbrahim Kalın’ın çalışmalarıyla Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir ivmenin yakalanması istenebilir. Zira konjonktür de yeni dönemde Türkiye’nin AB ile ilişkilere ağırlık vermesini gerekli kılmaktadır. Çünkü Türkiye’nin AB ile ilişkilerini yakınlaştırması hem AB-ABD arasındaki ticaret savaşları ortamı hem de ABD-Rusya çekişmesi kapsamında kendi üzerindeki baskıyı azaltıcı işlev görebilir. Bu nedenle Türkiye’nin yeni dönemde ABD’ye karşı AB’yi yumuşak denge unsuru olarak kullanmaya ağırlık vereceği bir stratejiye geçeceği söylenebilir.
Diğer taraftan Türkiye’nin Suriye’de ABD ile Rusya arasında da yumuşak denge stratejisi izleyeceği öngörülebilir. Zira Türkiye, Suriye’de bir yandan Rusya ile işbirliği yaparak askeri harekatlar icra etmekte öte yandan Menbiç’te olduğu gibi ABD ile de işbirliği geliştirerek nüfuz alanlarını genişletebilmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin bu iki güç arasında tercih yapmak yerine her ikisiyle de hassas dengeyi gözeterek birlikte çalışma arayışını sürdürmesi kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte ABD, İngiltere ve Fransa’dan oluşan koalisyon güçlerinin Suriye’ye düzenlediği füze saldırısı sonrasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un nisan ayında verdiği “Türkiye’yi Rusya’dan ayırdık” şeklindeki demeci, Washington ve Paris’in Ankara-Moskova yakınlaşmasını bitirmek istediğini açıkça ortaya koymuştur.
Ayrıca ABD, NATO müttefiki Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alarak iki ülkenin askeri anlamda yakınlaşmasını da kendi çıkarlarına aykırı görmektedir. Nitekim Amerikan senatosunda Türkiye’nin Rusya’dan S-400 sistemini almasına karşılık F-35 savaş uçaklarının verilmesinin askıya alınmasını içeren tasarının seçim arifesinde kabul edilmesi, doğrudan Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasını hedef almıştır. Zira Türkiye, Rusya ile hem askeri hem de enerji alanlarında stratejik ilişkiler kurmuş bulunmaktadır. Türkiye’nin bu stratejik ilişkilerden çıkarları gereği vazgeçmesi mümkün olmadığı gibi Rusya’dan sağladığı S-400 yerine Patriot füze sistemini de ABD’den temin edememektedir.
Bu bağlamda Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ABD ile Rusya ile olan ilişkilerini birini diğerine tercih etmeden yürütebilmesinin ancak yumuşak denge stratejisiyle gerçekleştirebileceği ileri sürülebilir. Ayrıca Türkiye’nin savunma sanayindeki atılımları çerçevesinde yeni dönemde iç dengeleme stratejisine daha fazla ağırlık vereceği anlaşılmaktadır. Zira Türkiye, savunma sanayi alanında insansız hava aracı (İHA), silahlı insansız hava aracı (SİHA), stand-off mühimmatı (SOM) füzesi, Roketsan Tanksavar füze sistemi, Altay tankı, Atak helikopteri, Fırtına Obüsü, Akya torpido, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) akıllı bombası, Göktürk keşif uydusu, Kasırga füzesi, Atmaca gemi-savar, milli gemi (Milgem) ve son olarak uçak gemisi yapımıyla iç dengeleme stratejisini uygulayarak güç projeksiyonunu arttırmaktadır.
Dolayısıyla ABD, Türk-Rus yakınlaşmasını bitirmek istediğini açıkça ortaya koyarken ve Türkiye yerine terör örgütlerine silah verirken Ankara’nın bir yandan kendi silahlarını üreterek dışa bağımlılığını azaltan bir güç olma stratejisine devam edeceği öte yandan da bu iki güçle ilişkilerini dengeli biçimde sürdürmesi gereken zor bir döneme gireceği öngörülmektedir. Ayrıca Türkiye, her ne kadar yeni dönemde ABD ile işbirliği arayışını sürdürmek istese de PYD, FETÖ, S-400, F-35 ve Kudüs gibi sorunların ikili ilişkilerde engel teşkil etmeye devam edeceği öngörülebilir.
.