Müslümanlar arası Çatışma Dönemi: İŞİD’den Suudi-İran Gerginliğine
Dr. Muharrem EKŞİ
ABD’li ünlü siyaset bilimci Samuel Huntington, 1991’de Sovyetlerin dağılmasının ardından uluslararası sistemin temel çatışma dinamiğini 1993 yılında yazdığı ‘medeniyetler çatışması’ başlıklı makalesinde anlamlandırmaya çalışmış. Buna göre Soğuk Savaş sonrası çatışma, İslam, Hıristiyan, Çin-Konfüçyüs, Slav-Ortodoks ve Budist-Hint gibi farklı medeniyet-kültür grupları arasında olacaktı. 11 Eylül 2001 tarihinde ‘İslami’ terör örgütü El-Kaide’nin ABD’ye yönelik terör saldırıları da Huntington’un tezini ispatlar nitelikteydi. Hatta uluslararası kamuoyunda Huntington’un tezinin gerçekleşmeye başladığına yönelik kanaatler de artmaya başlamıştı. Nitekim El-Kaide’nin terör saldırılarına karşı ABD’nin ‘İslami’ teröre karşı savaş ilan etmesi ve üstüne Başkan Bush’un Haçlı seferi gafı sadece Huntington’un tezini doğrulamanın ötesinde bütün dünyada İslam-Hıristiyan çatışmasının gerçeklemeye başladığı algısını da ortaya çıkarmıştı.
Ancak 2000’lerin başındaki bu ortam, 2011 yılından itibaren ‘Arap Baharı’ sürecinde Müslüman Ortadoğu’daki altüst oluşlarla değişmeye başlamıştır. Mısır, Türkiye, Yemen, Sudan ve Tunus örneklerine bakıldığında aslında bu ülkelerdeki çatışmanın İslamcılar arasında olduğu fark edilecektir. Mısır’da darbeyi yapan Sisi’nin de bir İslamcı olduğu hatta Türkiye’de Gülen cemaati ile Ak Parti arasındaki çatışmanın da İslamcılar arasında olduğu düşünülürse Müslümanlar arası çatışma olgusunun ortaya çıktığı anlaşılacaktır.
Özellikle 2014 yılında İŞİD (Irak Şam İslam Devleti - Devlet'ül İslâmiyye fi'l Irak ve'ş Şam) adlı terör örgütünün ortaya çıkması “medeniyetler çatışmasından İslamcılar arasındaki çatışma” olgusuna geçildiği yeni çatışma dinamiğine işaret etmekte.
Ayrıca başta El-Kaide olmak üzere Afrika’da Boko Haram ve Ortadoğu’da İŞİD’in hilafet ilanları, İslam dünyasında hilafet enflasyonunu da gündeme getirmişti. Diğer bir ifadeyle, Soğuk savaş döneminin komünizm tehdidi yerini 21. yüzyılda hilafete bırakmıştır da denilebilir. Bu anlamda Batı’nın yine tarihsel olarak kendi tehdidini hilafet olarak inşa ettiği söylenebilir. Nitekim Şubat 2011 de ABD eski Savunma Bakanı Rumsfeld, “aşırı İslamcılar hilafet yaratmak istiyorlar” derken aslında bir anlamda yeni tehdidi ilan ediyordu. Fakat en önemlisi ise Batı’nın çatışmayı İslam coğrafyasına hapsedebilmesidir.
Nitekim Müslümanların liderliğini üstlenme iddiasında olan hilafet ilanları yine kendileri arasında rekabete ve çatışmaya yol açmakta. Bu anlamda hilafet, bir nevi Müslümanları bir araya getirip İslam birliğini sağlamak yerine paradoksal olarak İŞİD örneğinde açıkça görüldüğü üzere Müslüman toplum ve devletlerine karşı ve onlar içinde terör eylemleriyle ayrışma işlevi görmekte hatta dünyada İslam ve Müslüman’ı terör kelimesiyle eşitleyerek şiddet içerikli İslam üretmekte.
Terör örgütleri üzerinden başlayan Müslümanlar arası çatışma olgusuna 2016’nın hemen başında jeopolitik ve mezhepsel Sunni-Şii rekabeti içinde olan İran ve Suudi Arabistan arasında başlayan gerginlikte olduğu gibi devlet düzeyinin de eklendiği görülmekte. Suudi Arabistan’ın Şii din alimi Şeyh Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’i idam etmesi üzerine İran’daki Suudi Büyükelçiliği ve konsolosluğuna saldırı yaşanmakla kalmamış aynen Rusya’nın uçak krizinde Türkiye’ye karşı yaptığı gibi İran da gerilimi artıran tehditkar açıklamalar yapmaya başlamış. Nitekim İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Cabir Ensari’nin "Suudi Arabistan bu idamın bedelini ödemek zorunda kalacak" açıklaması ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun "Suudi Arabistan rejimi bu utanç verici eylemin bedelini kesinlikle ödeyecek" şeklindeki yazılı açıklamalarıyla iki ülke arasında şimdilik söylemsel düzeyde enformasyon savaşının başladığı söylenebilir. Zira aynen Rusya devlet Başkanı Putin’in Türkiye’yi İŞİD üzerinden suçlamasına benzer şekilde İran da Suudi yönetimini “DAEŞ benzeri davranış” olarak nitelendirmesi, İran’ın Suudi Arabistan’a karşı müttefiki ve abisi Rusya’yı bir nevi örnek alarak kara propaganda kampanyasını başlattığı ileri sürülebilir.
Bununla birlikte İran ile Suudi Arabistan yaşanan bu gerginlik sadece iki ülkeyle sınırlı kalmayıp Müslüman Ortadoğu’da kamplaşmaların da artmasına yol açmaya başlamıştır. Nitekim Iraklı Şii lider ve dini önder Mukteda el-Sadr, kişisel web sitesinden yaptığı açıklamayla Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkelerinde yaşayan Şiileri protestoya çağırarak bir nevi Sünni Suudi Arabistan’a karşı Şii bloğu oluşturmayı tetiklemekte. Irak Başbakanı Şii Haydar İbadi ise Suudi Arabistan’ı kınayarak Şii İran’ın safına katılmış. Ayrıca Irak Şii İslam Konseyi üyesi ve milletvekili Human Hamudi de “Bu, mezhep savaşını körüklemek isteyen IŞİD’e hizmet eden bir hareket” açıklamasıyla Suudi yönetiminin İŞİD terör örgütüyle eşleştirilme kampanyasına katılmış. Lübnan Şii Konseyi de Suudi yönetimini suçlamıştır. Örgütler düzeyinde ise İran destekli Iraklı Şii paramiliter Bedir Örgütü’nün lideri Kasım Araci, “Bu cehennemin kapılarını açan büyük bir suç” açıklamasıyla Suudi Arabistan’a karşı cephe alırken İran’ın müttefiki Hizbullah örgütü de Suudi yönetimini suçlayarak bu olay basit bir ‘idam değil suikast’dır açıklamaları safların sıklaştığını düşündürmekte.
Diğer taraftan Yemen’de Şii Husi hareketi (Şii Ensarullah), Ocak 2015’te Suudi destekli hükümeti darbeyle devirmesinden sonra Suudi Arabistan’ın yeni Kralı Selman bin Abdülaziz, selefinden farklı olarak proaktif ve saldırgan bir dış politikaya yönelerek Yemen harekâtı düzenlemişti. Bu olayda İran, Suriye ve Rusya, Suudi Arabistan’ın karşı safında yer alırken Türkiye, Mısır, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Ürdün, Fas, Pakistan ve Sudan ise Suudi Arabistan’a destek açıklamalarıyla bir nevi karşı Sünni kampta yer almıştı. Yemen’de Şii-Sünni temelinde vekâlet savaşı yürüten İran ve Suudi Arabistan arasında başlayan bu jeopolitik rekabetin idam olayıyla çok daha açık bir şekilde gün yüzüne çıktığı görülmekte. Zaten Suudi destekli Sünni hükümetle çatışan Şii Husi hareketi de doğal olarak Suudi Arabistan karşısında yer alarak Ortadoğu jeopolitiğinde safları iyice sıkılaştırmıştır. Toplumsal düzeyde ise özellikle Şiilerin yoğunlukta yaşadığı Bahreyn hatta Suudi Arabistan’ın doğusundaki Şiilerin çoğunluğu oluşturduğu Katif kenti gibi yerlerde Suudi karşıtı gösteriler düzenlenmiştir. Diğer bir ifadeyle, temelde jeopolitik Suudi-İran gerginliği, gösteri ve protesto hareketleri üzerinden toplumlar arası mezhepsel kutuplaşma ve çatışmayı da tetikleyecek unsurlar ihtiva etmekte olduğu dikkatlerden kaçmamakta. İran ve Suudi Arabistan arasında yaşanan bu gerginlikte de görüldüğü üzere yeni bir Müslümanlar arası çatışmanın fitilinin yakıldığı söylenebilir.
Son tahlilde İran-Suud mücadelesi sadece jeopolitik ve Şii-Sunni temelinde mezhepsel bir çatışma değil, esasında bunun İslamcılar arası çatışmanın bir parçası olduğunun farkına varmak gerek.
Bu ortamda Türkiye’nin ise İran-Suudi Arabistan gerginliğiyle Müslüman Ortadoğu’da artan kamplaşmanın bir tarafında yer almak yerine bir yandan ‘Arap Baharı’ öncesindeki arabulucu rolünü yeniden harekete geçirmesi ve öte yandan da Müslüman dünyasına yönelik birleştirici bir İslami söylem geliştirmesinin tam vaktidir. Bunun için Türkiye’nin Ortadoğu politikasında 2002-2011 Suriye krizine kadar başarıyla yürüttüğü kamu diplomasisi stratejisine yönelmesi bir çözüm olabilir. Böylece Türkiye, şiddet içerikli İslam’ın üretildiği ve Müslümanlar arası çatışma döneminin yaşandığı olgusuna karşı Müslüman toplum ve devletlerin özellikle de dini lider ve hareketlerin farkındalığını artıracak kamu diplomasisi politikası geliştirebilir.
Yrd. Doç. Dr. Muharrem Ekşi, Kamu Diplomasisi Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü ve Kırklareli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.
Twitter'dan takip edin: @MuharremEksi
.