1990’lardan itibaren tartışma konusu olan NATO’nun dağılması tartışmaları günümüzde tekrar artmış durumdadır. Aslında bu tartışmalar, NATO’nun yeni kabuk değiştirmesinin bir ürünüdür. Bu çerçevede NATO içindeki sorunlar (kimlik sorunu), Türkiye-NATO (üyeliğin sorgulanması, güvenilirlik sorunu), Almanya-NATO (fatura sorunu), Avrupa/AB-NATO (kopma-decoupling) arasında kriz olarak nitelendirilen durum aslında yeni dönüşüm sürecinin sancılarıdır. Soğuk Savaş’ın bir ürünü olarak Sovyet tehdidine karşı ortak savunma örgütü olarak kurulan NATO, Sovyetler ve muadili Varşova Paktı dağılmasına rağmen bırakın dağılmayı tersine varlığını güçlü bir yapıya dönüştürerek devam ettirmeyi başarmıştır. Nitekim 1990’larda Bosna Savaşı ve Kosova Savaşı’nda NATO, barışı koruma (peace-keeping) ve barışı uygulama (peace enforcement) görevleriyle varlığını bu yeni rollerle sürdürebilmiştir. Bu dönemde NATO, Balkanlarda kriz yönetimi rolü ile kabuk değiştirmiş ve böylece Soğuk Savaş döneminde ortak savunma örgütü iken 1990’lardan itibaren kriz yönetimi rolü ile küresel güvenlik örgütüne dönüşmeye başlamıştır. 2000’lerde ise NATO, terör ve terörizmle mücadele rolü ile yeniden bir dönüşüm sürecine girmiştir.
Zira daha Nisan 1999 yılındaki Yeni Stratejik Konsept ile NATO, üye ülkeleri tehdit edecek terörist faaliyetlerin giderilmesini görev alanı olarak tayin etmiştir. Bundan sonra NATO’nun tüm toplantı ve zirvelerinde terör ve terörizmle mücadeleye hep özel bir yer ayrıldığının altı çizilmelidir. Nitekim 2001 yılında NATO, Akdeniz’de terörizme karşı mücadele girişimini (Aktif Çaba Operasyonu-Operation Active Endeavor) başlatmış ve ardından 2002 yılındaki Prag zirvesinde “terörizme karşı savunma konsepti”ni kabul etmiştir. 2003 yılında ise NATO, Afganistan’daki Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’nin (International Security Assistance Force) komutasını üstlenerek terörle mücadele faaliyetine bilfiil başlamıştır. 25 Mayıs 2017 tarihindeki Brüksel Zirvesinde ise NATO’nun DEAŞ ile mücadeleye katılma kararının çıkmasıyla artık NATO’nun 2000’lerdeki yeni rolü, bu sefer DEAŞ temelinde terörizmle mücadele olarak tayin edilmiştir. DEAŞ, bir yandan NATO’nun dönüşümünü sağlarken öte yandan meşruiyet sağlamaktadır. Diğer bir ifadeyle 1990’larda insan hakları NATO’nun dönüşümüne meşruiyet sağlamışken şimdi DEAŞ ve terörizm meşruiyet sağlamaktadır. Böylece NATO, uluslararası sistemdeki terörizm çerçevesinde değişen güvenlik ve stratejik ortama uygun olarak yeni rolünü bulmuştur. Bu bağlamda NATO’nun dağılması tartışmalarına karşı NATO’nun yine yeni roller üstlenmek suretiyle varlığını dönüşerek devam ettireceği ileri sürülebilir. Zira eğer NATO, yeni roller üstlenmezse işsiz kalacak ve böylece dağılması söz konusu olabilecektir. Ancak NATO, alan-dışılık (out of area) sorununu yeni roller üstelenerek çözmeyi 1990’lardan itibaren başara gelmiştir. Böylece NATO, servis dışı kalmasını (out of service) engelleyecek olan alan-dışılık sorununu (out of area) yeni roller üstelenerek çözmüştür. NATO terminolojisinde ittifakın görev alanı dışında kalan coğrafya ve amaç-ilkeleri içeren alan-dışılık sorunu Soğuk Savaş döneminden beri devam etmektedir. Nitekim ilk kez 1958 yılında ABD’nin Lübnan müdahalesinde İncirlik Üssü’nü kullanmak istemesiyle ortaya çıkan alan-dışılık sorunu, Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun kendine yeni görev alanları arayışı ile hep gündemde kalmıştır. Nitekim 1990’larda NATO, Bosna ve Kosova’da bir nevi Koruma Sorumluluğu (Responsibility to Protect-R2P) çerçevesinde insan hakları ihlallerini gerekçe göstererek müdahalelerde bulunarak tekrar alan-dışılık sorununun tartışılmasına yol açmıştır. Ancak 1999’daki Stratejik Konsept ile NATO’nun 5. maddesine krizlere müdahale operasyonları kavramının eklenmesiyle alan-dışılık sorunu çözülmüştür. Dolayısıyla 2000’lere gelindiğinde NATO’nun terörizmle mücadele örgütüne dönüşmesinin önündeki yapısal-hukuksal engel de kaldırılmış olmaktadır.
NATO’nun 2000’lerde terörizmle mücadele örgütüne dönüşmesi, uluslararası sistemdeki dönüşümle paralel gelişmiştir. 11 Eylül 2001 tarihinde El-Kaide terör örgütünün ABD’ye saldırısıyla birlikte uluslararası sistemdeki çatışmanın temel dinamiği terör ve terörizmle mücadeleye dönüşmeye başlamış ve bir nevi terör çağı başlamıştı. Bu çerçevede Bush yönetimi, Amerikan dış politikasının ana eksenini “teröre karşı savaş” stratejisi olarak belirlemiştir.
Şimdi ise ABD’nin bu stratejisini NATO politikasına dönüştürdüğü anlaşılmaktadır. Brüksel Zirvesi’nde NATO’nun DEAŞ’la mücadeleye katılma kararını, NATO’nun bir yandan kendisine yeni çatışma ortamı hazırladığı öte yandan da Afganistan’dan sonra şimdi de Ortadoğu’da asker konuşlanma girişiminde bulunduğu şeklinde yorumlamak mümkündür. Böylece NATO, bırakın dağılmayı yeni işlevler üstlenerek savunma alanını genişletmektedir. Zaten Avrupa-Rusya sınırına askeri konuşlanmasını artırması bakımından da NATO’nun dağılması değil, Soğuk Savaş döneminde olmadığı kadar güçlendirildiği görülmektedir.
Önümüzdeki süreçte NATO’nun DEAŞ ile mücadele çerçevesinde terörün Atlantik’e ulaşmadan yerinde kuvvetler (in-place forces) ile yerinde çözüm (in-place solution) ve yerinde müdahale (on-site intervention) yöntemlerini uygulayacağını söylemek mümkündür. Bununla birlikte Obama yönetiminden itibaren ABD dış politikasının temel stratejisi olarak devam eden “arkadan yönetme” (leading from behind) çerçevesinde NATO’nun DEAŞ’la mücadelede yerel güçleri, bu sefer NATO üzerinden silahlandırmasının da gündeme geleceği kuvvetle muhtemeldir. Bu noktada Türkiye-NATO ilişkilerinin krizden öte bir açmaza girme riski bulunmaktadır. Söz konusu durumda Türkiye’nin NATO üyeliğini sorgulanması ve güvenilirlik sorunlarının artmasından da bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla ABD’nin PYD/YPG politikasını NATO politikasına dönüştürmesi, Türkiye’nin NATO bağlantısını zayıflatacağı gibi aynı zamanda NATO’nun kendisini de zayıflatması muhtemeldir. Zira Türkiye hala NATO’nun ABD’den sonra en büyük ordusuna sahip ülke olarak kilit önemini muhafaza etmektedir. Bununla birlikte bir yandan Türkiye’nin çıkarları ile başta ABD olmak üzere Avrupalı üyeler arasındaki çıkar çatışmasının artması ve öte yandan NATO’nun devam eden genişlemesi, Türkiye’nin ittifak içerisindeki ayrıcalığını zayıflatan ve üyeliğinin sorgulanmasına yol açan unsurların başında gelmektedir. Özellikle 15 Temmuz darbe sürecinden itibaren Türkiye ile NATO üyeleri arasında başlayan derin güvensizlik sorunu da NATO’yu ve Türkiye-NATO bağlantısını zayıflatan unsur olmaya devam etmektedir.
Sonuç olarak, 2000’lerde NATO, çelişkili dönüşüm sürecine girmiştir. Bir yandan NATO-AB, NATO-Türkiye özelinde dağılması tartışılırken öte yandan yeni roller üstlenmesi ve askeri konuşlanmasının artırması bakımından NATO’nun en sancılı dönüşüm sürecini yaşadığını söylemek mümkündür. Zira NATO-AB ilişkilerinde kopma (decoupling) tartışmalarının yeniden alevlendiği bir süreç yaşanırken NATO üyeleri arasında da güvenilirlik sorunları artmaya başlamıştır. Nitekim fatura sorunu olarak gündeme gelen Başkan Trump’ın Almanya’ya beleşçiliği (free ride) bırakıp NATO ülkelerinin yüklerini paylaşmayı içeren savunma harcamalarını artırması şeklinde yüklenmesine karşı Merkel’in kuvvetle muhtemel ABD’yi kastederek başka ülkelere güvenilebilecek zamanlar geride kaldı açıklaması, NATO içinde ABD-Almanya özelinde AB-NATO ayrışmasının gün yüzüne çıkması olarak değerlendirilebilir. Son tahlilde NATO’nun dağılmak yerine yeni işlevler üstlenerek varlığını sürdürme stratejisinin 2000’lerde çok daha çetin geçeceği anlaşılmaktadır.
mekşi