Self-determinasyon, yani kendi kaderini tayin, sürekli gündemde olan ve daha uzun süre de gündemde olacağa benzeyen uluslararası ilişkiler disiplininin ve uluslararası hukukun tartışmalı bir konusudur. İlk olarak Wilson - Lenin dönemlerinde siyasi açıdan ortaya atılmış olsa da, daha sonra bu kavram uluslararası hukukta da yer edinmeye başlamış ve hatta uluslararası hukukun en önemli prensiplerinden biri olarak Birleşmiş Milletler Şartında ve diğer uluslararası sözleşmelerde yer almıştır. Geçtiğimiz 25 Eylül (2017)'de Kuzey Irak'ta ve 1 Ekim (2017) İspanya'nın Katalonya bölgesinde gerçekleşen bağımsızlık referandumları ile de self-determinasyon hakkı yeniden tartışma konusu olmuştur. Bu yazının konusu olduğu üzere öncelikle Kuzey Irak'taki Kürtlerin kendi kaderlerini tayin iddiaları ve referandum hakkında bilgi verilecek, sonrasında kendi kaderini tayin hakkının uluslararası hukuktaki yeri ve uygulamalarından bahsedilecektir. Son olarak ise Kuzey Irak Referandumunun uluslararası hukukun self-determinasyon ilkesi açısından bir değerlendirilmesi yapılacaktır. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu yazı referandumu ve Irak Kürtlerinin bağımsızlık taleplerini siyasi açıdan değil, yalnızca uluslararası hukuk açısından değerlendirmektedir.
Bilindiği üzere 25 Eylül 2017’de Irak’ın Kuzeyinde bulunan Kürt bölgesindeki referandumda yüzde 72 oranında katılım olmuş ve yüzde 92 oranında bağımsızlığa evet oyu çıkmış ve bu da zaten öncesinde başlayan self-determinasyon tartışmalarını alevlendirmiştir. Referandum sonucuna göre Iraklı Kürtler 3 şehirden (Erbil, Süleymaniye ve Duhok) oluşan Kürdistan bölgesinin Irak merkezi yönetiminden tamamen ayrılarak (referandum tartışmalı ve farklı etnik grupların bir arada yaşadığı bölgeler olan Kerkük, Salahaddin’in Tuzhurmatu İlçesi, Diyala’nın Hanekin İlçesi ve Celavla ve Karatepe kasabalarında da yapılmıştır) yeni bir devlet olmasını desteklemiş bulunmaktadırlar. Referandumda oy pusulalarında yazan ‘Kürdistan bölgesi ve bölgenin yönetimi dışında kalan Kürt alanlarının bağımsız bir devlet olmasını istiyor musunuz?’ sorusuna cevap aranmıştır. Referandumun hukuki bir bağlayıcılığı olmaması sebebiyle bağımsızlık sonucu çıkması, bağımsızlığın kesin olarak ilan edilmek zorunda olduğu sonucunu doğurmaz. Bu referandum sadece Kürtlerin bağımsızlığı ne derecede istediklerinin bir siyasi göstergesi olması için kamuoyu yoklaması niteliğinde yapılmıştır. Ayrılmanın güç kullanarak değil de referandum gibi demokratik yollardan yapılmak istendiğine dair de uluslararası kamuoyuna mesaj vermek amacıyla yapılmış olması da mümkündür. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Güvenlik Konseyi başkanı Mesrur Barzani, Kürtlerin referandum sonucu ile desteklenen self-determinasyon iddialarının uluslararası toplum tarafından saygı duyulması gereken bir durum olduğunu söylemiştir. Kürdistan Bölgesi başbakanı Massoud Barzani de benzer şekilde geçmiş yıllarda Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını icra etmelerinin başka devletler tarafından engellenemeyeceğini ve bunun kendi kararları olacağını açıklamıştır. Irak Başbakanı Abadi’ye göre ise ayrılma sadece ulusal bir konsensüs sağlandığı takdirde olabilir. Kuzey Irak’ın tek taraflı ayrılması Irak tarafından kabul edilemez demiştir. Yine de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin haklarını kabul etmiştir.
Kuzey Irak referandumunu uluslararası hukuktaki self- determinasyon ilkesi ile yorumlamadan önce uluslararası hukuka göre self-determinasyon nedir, uygulanabilirliği nasıldır ve örnekleri var mıdır bunlara kısaca bir değinmekte fayda vardır. Birleşmiş Milletler(BM) Şartı’nın 1. Maddesinin 2. Fıkrası, 55. ve 76 maddeleri self-determinasyon ilkesinden bahsetmektedir. BM Şartının 1. bölümü BM’nin prensiplerinin ve amaçlarının açıklandığı bölümdür ve bu bölümde verilen self-determinasyon saygı duyulması gereken bir ilkedir ve yine 55. madde de uluslararası barışın sağlanabilmesi için self-determinasyon ilkesinin barışın zeminini oluşturan ve saygı duyulması gereken bir etmen olarak verilmiştir. Ayrıca kendi kaderini tayin yani self-determinasyon ilkesinden bahsederken ‘self’ kavramının kimleri kapsadığının bir açıklamasını yapmamaktadır. BM Şartı self-determinasyonu bir hukuk kuralından ziyade siyasi bir ilke olarak sunmaktadır.
Self-determinasyonun ilke olmaktan çıkıp bir hak olarak verilmesi ise 1966 tarihli ‘İkiz Sözleşmeler’ olarak anılan Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmelerinin ortak 1. maddesi ile gerçekleşmiştir. Bu maddede self- determinasyon;
‘Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler’ şeklinde verilmiştir.
Ayrıca sözleşmelere taraf olan tüm devletlerin bu hakkın gerçekleşmesine çaba ve saygı göstermelerinin gerekliliği yine aynı maddede vurgulanmıştır. İkiz sözleşmelere taraf olan devletlerin sayıca çokluğu self-determinasyon hakkının evrensel bağlayıcılığı olan bir hakka dönüşmesini sağlamıştır. Self-determinasyon hakkının ve diğer BM ilke ve amaçlarının açıklandığı 1970 sayılı BM Genel Kurulu’nun 2625 sayılı kararının karşı oy olmadan kabul edilmesi ile de bu hakkın bir jus cogens veya bir yapılageliş kuralı olarak kabul edilmesi gerektiğini savunanlar da vardır. Ancak unutulmamalıdır ki BM Genel Kurul kararlarının uluslararası hukukta bir bağlayıcılıkları yoktur.
Tüm bu uluslararası hukuktaki gelişmelere karşın self-determinasyon hakkının müphem oluşu nedeniyle bu hakkın tam olarak ne olduğunun üzerinde fikir birliği sağlanamamasına sebep olur. Örneğin, ‘tüm halklar’ ile ne kast edildiği açık değildir. Diğer bir tartışma konusu ise self-determinasyon hakkının nasıl uygulanacağıdır. Doktrinde bu hak ‘iç’ ve ‘dış’ olarak ikiye ayrılmıştır. İç self-determinasyon, genellikle halkların temsili, kendi yönetim biçimlerini kendilerinin belirlemesi, kültürel ve ekonomik haklarının uygulanabilmesi olarak tanımlanırken, dış self-determinasyon ise, bir halkın yeni bir devlet olarak bir devletten ayrılması (secession) veya başka bir devlete bağlanmaları olarak tanımlanır. İç self-determinasyon uygulamada azınlık haklarının verilmesi, özerklik-otonomi verilmesi, parlamentoda temsil sağlanması şekillerinde gerçekleşir. Asıl tartışılan ise dış self-determinasyondur. Bugüne kadar uygulamada, sömürge idaresi altındaki ülkelere bağımsızlıkları verilirken self-determinasyon hakkı öne sürülmüştür. Bu konseptin dışında self-determinasyon hakkı ile bağımsızlık kazanan ülkelerin sayısı çok azdır. Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmaları sürecinde de self-determinasyon öne sürülmüş ve sömürgeler dışında bir konseptte uygulanmıştır. Ancak federal anayasalarda ayrılma hakkının verilmiş olması nedeniyle federe devletlerin bu haklarını kullanmalarıdır. Diğer taraftan Kosova’nın bağımsızlığını kazanması çok uç bir örneği teşkil eder ve bunu Çözüm Getiren Ayrılma (remedial secession) olarak kabul edenler vardır. Buna göre, ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı, devletin belli bir gruba mensup insanlara karşı sistematik olarak şiddet uyguladığı durumlarda çözüm getiren ayrılma kabul edilebilir. Ayrıca Uluslararası Adalet Divanı Kosova’nın bağımsızlığı konusundaki tavsiye kararında Kosova’nın tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmesinin- genel olarak tek taraflı bağımsızlık ilanının- uluslararası hukuka aykırı olmadığını belirtmiştir. Ayrılmaya yönelik uluslararası hukuktaki diğer bir görüş ise uti possidetis juris olarak bilinen yani mevcut durumu korumak için toprak sınırlarının korunması ilkesinin ihlal edilmemesi gerektiğidir. Bu görüş 1960 tarihli 1514 sayılı BM genel Kurul kararında da 6. maddede sömürge idaresi altındaki ülkelere bağımsızlıkları verilirken ülkelerin toprak bütünlüklerinin bozulmasının BM ilkeleriyle çelişeceği şeklinde verilmiştir. UAD Burkina Faso-Mali davasında da sınır bütünlüğünün korunması ilkesinin genel bir ilke olduğunu kabul etmiştir.
Prof. Uzgel ise bu görüşü destekler nitelikte, uluslararası hukukta bu hakkın yalnızca bir kereye mahsus şekilde kullanılabildiğini ve eğer birden fazla kullanılsaydı her azınlığın kendi bağımsız devletini kurmak isteyecek olmasından dolayı bir kaos ortamı yaratabileceğini belirtmektedir.[i]
Uluslararası hukuk açısından bilinmesi gereken bir diğer konu ise Montevideo Konvansiyonu’nun 1. Maddesinde yer alan devlet oluşturma kriterlerinin sağlanmasıdır. Uluslararası hukukta genel olarak kabul edilen bu maddeye göre bir devletin Devlet olarak kabul edilebilmesi için dört şartı yerine getirmesi gerekir. Bunlar: kalıcı bir nüfus, belirlenmiş sınırlar, hükümetin varlığı ve diğer devletlerle ilişkilere girme kapasitesi şeklindedir. Belirlenmiş kesin sınırların varlığı İsrail’in tanınmasından sonra önemini yitirmiş olsa da diğer şartları gerçekleştirmiş olmak elzemdir.
Self-determinasyon hakkının Kuzey Irak Kürt Bölgesi’ne uygulanışına bakıldığında ise, öncelikle bu hak tüm ‘halklar’a tanındığından halk kavramının içinin doldurulup doldurulmadığına bakmak gerekir. Kürtler Irak nüfusunun büyük bölümünü oluşturan Araplardan farklı olarak kendi dillerine ve kültürlerine sahiptir. Ayrıca Arapların çoğu Şii inancını benimserken, Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni Müslümandır. Referandum sonucuna göre Kuzey Irak Kürtleri bağımsız olma ilkesinde de bütünleşmiş, tek bir amaç için hareket eden topluluk olarak sayılabilir. Tüm bunlar göz önüne alındığında Kuzey Irak’taki Kürtler self-determinasyon hakkına sahiptir. Fakat önemli olan bu hakkın iç self-determinasyon mu yoksa dış self-determinasyon mu olduğu konusudur. İç self-determinasyonda öngörülen temsil hakkı zaten Irak’ta mevcuttur. Kürtler parlamentoda büyük oranda temsil edilmekte hatta başbakan çıkarmaktadırlar. Ayrıca Kuzey Irak Kürt yönetimi 1990’lardan itibaren de facto bir devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Kürtçe Irak’ın ikinci resmi dilidir ve Kuzey Irak’ta Kürtçe eğitim verilmektedir. Bu bağlamda Irak Kürtlerinin hali hazırda iç self-determinasyon haklarını icra ettiklerini söylemek mümkündür. Dış self-determinasyon konusunda ise 4 seçenek karşımıza çıkmaktadır. Ağır insan hakları ihlallerini öne sürerek bağımsızlık ilanında bulunurlar ise bu büyük ihtimalle uluslararası toplum tarafından kabul edilmeyecektir. Örneğin Aaland Adaları sorununda Milletler Cemiyetinin oluşturduğu komisyon, İsveçli Aaland adaları sakinlerinin Finlandiya tarafından zulme uğratılmadıklarını tespit ederek, adaların Finlandiya’da kalmasında hükmetmiştir. Tabi ki Saddam rejimi sırasında Kürtlere karşı ağır insan hakları ihlalleri gerçekleşmiş ve zulme maruz kalmışlardır. Fakat bulunduğumuz zamanda Kürtlerin yaşadıkları bölge Irak’ın en stabil ve güvenli bölgelerinden biridir ve büyük oranda Irak hükümetinden bağımsız yaşamaktadırlar. Diğer bir seçenek sömürge rejiminden bağımsızlık kazanma talebidir ki , Prof. Uzgel’in de dediği gibi Irak bir bütün olarak sömürgesi olduğu İngiltere’den bağımsızlığını kazanmıştır. Yani Kürtlerin bu gerekçe ile ikinci kez bağımsızlık talebi karşılık bulmayacaktır. Diğer seçenek ise tek taraflı bağımsızlık ilanıdır. Bu uluslararası hukukta daha önce belirtildiği gibi yasak değildir. Ancak bağımsızlık ilanını takiben bir devletin daha önce açıklanan devlet olma kriterlerini yerine getirip getirmediğine bakılır. Buna göre kalıcı nüfus şartını taşıyan 3 Kürt şehri dışındaki tartışmalı bölgeler sorun teşkil edecektir. Buralardaki azınlıkların da kendi kaderlerini tayin hakları bulunmaktadır. Ayrıca bu kriterlerden biri olan hükümetin olması kriteri de Kuzey Irakta tartışmalıdır. Hükümetin tüm devlet işlerini yerine getirebilme kapasitesi olması beklenir. Diğer bir kriter olan diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi ise Kuzey Irak’ın yıllardır gerçekleştirdiği bir durumdur. Ancak tek taraflı bağımsızlık ilanından sonra gerek komşuları gerekse referandum kararına karşı çıkan diğer devletler tarafından tanınmasının mümkün olmayacağı ihtimalinden yola çıkılacak olunursa bu kapasitenin çok gerileyeceği açıktır. Örneğin Türkiye’nin referandum konusundaki tavrı referandumun Irak anayasasına aykırı olduğu ve Irak’ın toprak bütünlüğünü tehdit ettiği yönündedir. Ayrıca Kerkük konusunda da Türkiye’nin tavrı açıktır. Fakat son yıllarda Kuzey Irak Yönetimi DAEŞ’e karşı mücadelede etkin rol oynamasından ve bölgede komşu devletlerin çoğunun aksine laik bir görünüm sergilemesinden dolayı Batı’da saygınlığını artırmıştır. Bu sebeple tek taraflı deklarasyonun tanınıp tanınmayacağı konusunda sürprizlerin de yaşanabileceği akılda tutulmalıdır. Son seçenek ise Bağdat yönetimi ile karşılıklı görüşmeler başlatarak anlaşmalı bir şekilde ayrılma yolunun denenmesidir. Bu en makul seçenek olsa da tarihte çok az görülmüştür. Ancak uluslararası arenada tanınma konusunda ise anlaşarak ayrılan toplulukların kurdukları yeni devletlerin hemen tanındıkları, ya da ayrılmadan sonra ayrıldıkları devlet ile anlaşabilen yeni devletlerin devlet olarak tanındıkları bir gerçektir.
Self-determinasyon ilkesinin devletlerin toprak bütünlüğü ilkesi ile çeliştiği konusunda uluslararası hukukta fikir ayrılığı mevcuttur. Bir görüş bu iki ilkenin çatıştığı durumlarda toprak bütünlüğü ilkesinin ağır bastığını savunurken, diğer bir görüş ise bu iki ilkenin arasında bir hiyerarşi olmadığı yönündedir. Ancak içten bir ayrılma ile self-determinasyon uygulandığında, yani Kuzey Irak’taki Kürtlerin Irak’tan ayrılması durumunda, devletlerin birbirlerinin toprak bütünlüklerine saygı duyması ilkesi devre dışı kalmaktadır. Çünkü Kürtler bir devlet olarak değil, bir azınlık iken ayrılacak topluluktur ve Irak’ın toprak bütünlüğünü ayrı bir devlet olarak tehdit etmemektedir. Buna UAD’ın Kosova Tavsiye Kararı örnek gösterilebilir.
Yine de bu referandumdan sonra Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri çok da mümkün değildir. İç hukukta referandum iki konuda sorunludur. Birincisi hukuken bir bağlayıcılığı olmayan referandum bağımsızlığı otomatik olarak doğurmaz. Kuzey Irak Kürtlerinin bir anayasaları olmadığı gibi, 2015 yılından bu yana Kuzey Irak Parlamentosu kapalıdır. Dolayısıyla referandum kararı parlamentodan geçerek alınmış bir karar değildir. Referandum hususunda kanun olmadan yapılan referandumun hukuken bağlayıcı olması beklenemez. Diğer bir tartışmalı konu ise referandumun Irak anayasasına aykırılığıdır. Irak anayasası Kürt bölgesine self-determinasyon adı altında ayrılma hakkı vermemiş, aksine toprak bütünlüğünü vurgulamıştır. Bu iç hukukun konusudur ve Irak kendi mahkemeleri ile sorunu çözmelidir.
Sonuç olarak, Kuzey Irak Kürtleri uluslararası bir hak olarak self-determinasyon hakkına sahiptirler ve hali hazırda içte bu haklarını kullanmaktadırlar. Ancak dışta yani tek taraflı bağımsızlık ilanıyla bu hakkı kullanmaları uluslararası hukuka aykırı olmasa bile sonuçları kestirmesi zor bir durumdur. Bağdat hükümeti ile anlaşarak ayrılmaları durumunda ise uluslararası hukukta self-determinasyon pratiğine yeni bir boyut getirecek gibi durmaktadır.
Arş. Gör. Betül GÜLTEKİN
Kırklareli Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü